Ana içeriğe atla

YENİ DÜNYA DÜZENİ VE YENİ NESİL İMPARATORLUKLAR

Dünya ve insanlık tarihinin, ne kadar geriye gidersek gidelim, savaşlarla dolu olduğunu görürüz. Bugün her ne kadar aklımıza gelebilecek her şeyin tarihsel sürecini araştıran ve analiz eden bir tarih anlayışımız olsa da; savaş, tarihin en zengin içeriği. Savaşlar, insanın doğasından kaynaklanan iktidar mücadeleleri, egemenlik kavgaları, hayatta kalma içgüdüsü gibi sebeplerle meydana gelseler de; sonuçları ve olumlu/olumsuz katkıları çoğunlukla siyasi ve askeri olmakla beraber iktisadi, içtimai, bilimsel ve kültürel alanlarda da kendini gösteriyor. Küreselleşen dünyanın bu sonuçlardan, eski ve parçalı dünyaya oranla daha da çok etkilenmesi şaşırtıcı değil. Bugün Suriye'nin ücra bir köyünde yaşanan bir çatışma bile Birleşmiş Milletler'in masasına yatıyorsa ve bu çatışmadan tüm dünya etkileniyorsa, tarih artık tüm insanların temel ihtiyacı haline gelmiş demektir. Burada sebeplerin sonuçları tetiklediği kadar sonuçların da sebepleri doğurduğu bir durum söz konusu. Zamanın hızını arttırarak ilerlediği son iki yüzyılın, bugünümüz ve geleceğimiz açısından ne kadar önemli olduğunu anlayabilmemiz için, tarihi farklı bakış açılarıyla ele almak zorundayız.

İnsanlık tarihinde savaşların meydana gelmesi, her zaman için bir öteki unsuruna bağlı olmuştur. Bu ötekinin niceliği dünyanın, insanlığın ve uygarlıkların gelişimi, nüfusun artışı ve sistemlerin değişimiyle sürekli bir değişim ve dönüşüm halinde olsa da, işlevsel olarak niteliği bugün bile belli çizgilerde devam etmektedir. Kabileler, beylikler/prenslikler, krallıklar ve imparatorluklar binlerce yıllık bir sürecin ürünü ve ortak malıydı. Binlerce yıllık bu mirasın yerle bir olması ise sadece iki yüzyılda gerçekleşti. Zira Fransız Devrimi'nin başlattığı süreç aslında yeni bir dünya düzeninin inşasıydı.


Eski Nesil İmparatorlukların Çöküşü

İnsanlık tarihinin en büyük siyasi ve askeri teşekküllerinden biri olan Roma İmparatorluğu, ilk başta Romulus'un kurduğu bir şehirken, daha sonra dünyayı yöneten büyük bir imparatorluk olmuştu. Bugün bile verasetinin tartışıldığı büyük Roma 395'te ikiye ayrılmış ve Batı kısmı 476 yılında Germenler tarafından yıkılmıştı. Doğu kısmının yıkılışı ise 1453'te Osmanlı Türklerine nasip olmuştu. Kavimler Göçü ve Batı Roma'nın yıkılışı Avrupa'yı yeniden şekillendirdi. Yeni Avrupa artık parçalı bir yapıya sahipti fakat Roma İmparatorluğu'nun yıkılması, yeni krallıkların ve imparatorlukların oluşmasına engel değildi. Avrupa halkları için tek problem, Roma'nın yıkılışının getirdiği karanlık çağ idi. Güneşin Batı'ya sırtını döndüğü yüzyıllarda Doğu dünyası gözleri kamaştıran aydınlığı, bereketi, zenginliği, bilimsel-teknik gelişmişliği ve yaşam standartlarıyla Batı'nın karanlığından uzak, muazzam bir zaman yaşamaktaydı. Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu, Abbasi Halifeliği, Büyük Selçuklu İmparatorluğu ve Moğol (Cengiz Han) İmparatorluğu hep Doğu'nun ışığı altında büyümüşlerdi. Avrupa'nın karanlıktan kurtulması ve yeniden yükselişi ise önce Rönesans ve Reform ile başladı. Din, kültür ve sanat alanlarında yeniden yapılanma ve gelişme yoluna giden Avrupa, daha sonra özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda Aydınlanma Çağı ile doğa bilimleri, felsefe ve teknikte inanılmaz başarılar elde etti. Tabi bu başarılar 19. yüzyılın modernleşmesinin ve Sanayi Devrimi'nin temellerini de atmış oldu. Bu fevkalade şahlanışı finanse eden kaynak ise Coğrafi Keşiflerin armağanı olan sömürgeler idi. Güneş yüzünü tekrar Batı'ya dönmüştü.


Aslında Roma'nın yıkılışı da bir nevi Yeni Dünya Düzeni hareketi idi. Fakat bu düzenin, Fransız Devrimi'nin getirdiği düzenden farkı, sonuçlarının aynı katmanda gerçekleşen bir değişimden ibaret olmasıydı. Zira 1789'da ki Yeni Dünya Düzeni, dünyayı değiştirmekle kalmayıp, tehlikeli ve geri dönülmez bir dönüşümü de başlattı. Fransız Devrimi, eli sopalı mutlak hükümdarların yönetiminde yaşamaya alışmış olan halklara eşitlik ve hürriyet kavramlarını öğretmişti. Bu evrensel ders, insanlara sadece mutlak monarşinin özgürlüğü esir tuttuğunu öğretmekle kalmadı. Ayrıca bu iki kavram, her ulusun kendi kaderini tayin hakkını da gün yüzüne çıkardı. Böylelikle çok uluslu yapıya sahip imparatorluklar artan bir hızla parçalanmaya başladı. Öncelikle bir ulusun hâkimiyetindeki diğer ulusların bazıları isyanlarla özerklik veya bağımsızlık kazanmaya başladılar. Bu sebeple 19. yüzyıl, isyanların, parçalanmaların ve kopuşların yüzyılı olarak tarihe geçti. Yine 19. yüzyılda mutlak monarşiler de askeri, siyasi, idari, sosyolojik, ekonomik ve kültürel alanlarda gelişme ve modernleşme çalışmalarını hızlandırmışlardı. Çünkü Fransız Devrimi'nin başlattığı Yeni Dünya Düzeni operasyonunun, imparatorlukları parçalamak ve dünyada yeni bir siyasi ortam oluşturmak hedefinde olduğunu, imparatorlar da anlamışlardı. Yerleştirilmek istenen yeni siyasi düzen sadece coğrafi sınırları değiştirmekle yetinmeyecekti. Burada Roma'nın en büyük stratejilerinden biri olan divide et impera (böl ve yönet) stratejisinin daha gelişmiş ve daha kurnaz bir modelinin piyasaya sürülmesi söz konusuydu. Güç ve iktidar, asırlardır süregelen teamüllerce kan kutsallığına dayanan soylu hanedanların elinde iken, yeni model sayesinde başkalarının eline geçebilecekti. Bu başkalarının kimler olduğu ve olabileceği ise belirsizdi. Halkın içinden gelen vatansever bir yurttaş olabileceği gibi, halkın dışından gelen veya içinden devşirilmiş bir düşman da olabilirdi.


19. yüzyılda birçok ulus tabi olduğu imparatorluktan bağımsızlığını kazanıp ulus-devlet kimliğine erişti. Asırlarca başka ulusların hâkimiyetinde yaşamış olan milletlerin önünde iki seçenek vardı; sömürge ya da bağımsızlık. Merkez dünya tarafından yeni keşfedilmiş toprakların halkları için bağımsızlık seçeneği söz konusu bile değildi. Bunun en acımasız örnekleri Amerika kıtasında yaşandı. Fakat Afrika ve Asya halkları her ne kadar yeni keşfedilmemiş olsalar da işgal ve sömürgenin pençesinden kurtulamadılar. Balkan uluslarında ise durum çok daha farklıydı. Osmanlı egemenliğinden kurtulmuşlar ve bağımsız devletler kurmuşlardı. Ama bu bağımsızlık Avrupalı patronlarının belirlediği kadardı. Neticede Yeni Dünya Düzeni'nin ilk aşaması büyük oranda gerçekleşmiş, geriye sadece imparatorlukların da bu düzene ayak uydurması kalmıştı. Dünyanın önce milletlere bölünmesi, daha sonra tek bir çatı altında birleştirilmesi için, klasik çağın büyük imparatorluklarının da ulus-devlet formuna geçmesi önemliydi. Aksi takdirde, gücün ve iktidarın farklı imparatorluklarca paylaşılarak yönetildiği ve yönlendirildiği bir dünyanın, devlet ve millet kimliklerinden yoksun unsurlarca tahakküm altına alınması mümkün olmazdı. Bu unsurların ve yeni doğmuş ulus-devletlerin, kadim imparatorlukları fiilen tarihe gömmesi olanaksızdı. Bunun tek yolu, imparatorlukların birbirlerini yok etmesiydi. Bunun içinse gereken tek şey bir savaştı, büyük bir savaş. İmparatorlukların son savaşı: Birinci Dünya Savaşı... Savaşı kimin kazanacağı bu açıdan çok önemli değildi. Her halükarda imparatorluklar son bulacaktı. Öyle ki Rus Çarlığı kazanan tarafta olmasına rağmen 1917 Bolşevik Devrimi'yle son buldu. Fransa zaten Yeni Dünya Düzeni'nin başlangıç noktası olduğu için imparatorluğa çoktan veda etmişti. Savaşı kaybeden tarafta ise Osmanlı, Alman ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları artık tarihe karışmıştı.


Yeni Nesil İmparatorlukların Doğuşu

20. yüzyıl, dünyanın kadim topraklarını kanla suladı. Tüm zamanların gelmiş geçmiş en büyük ve en kanlı iki savaşı, I. ve II. Dünya Savaşı, 20. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşti. Birinci Dünya Savaşı'yla birlikte dünya üzerindeki tüm imparatorluklar, Britanya haricinde, tarihin karanlık sularına gömüldü. Artık uluslara bölünmüş bir dünya vardı ve bu kolayca şekillendirilebilecek bir dünya anlamına geliyordu. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, savaşın galipleri, böylesine bir kaosun tekrar yaşanmaması için Milletler Cemiyeti (Birleşmiş Milletler) adında uluslararası bir organizasyon kurdular. Doğal olarak bu organizasyonun nasıl işleyeceğine, kimlerin katılabileceğine galip devletler karar veriyordu. Her düzen bir kaosa gebedir. Ve her kaos beraberinde yeni bir düzen getirir. Ne var ki sözde dünya barışını sağlamak ve korumak için kurulan Milletler Cemiyeti kuruluş amacından saptı. Bu sebepledir ki kuruluşundan 19 yıl sonra çıkan İkinci Dünya Savaşı'na engel olunamadı. Birincisinden çok daha kanlı, çok daha ölümlü ve çok daha karanlık bir savaşa...


18. ve 19. yüzyıllarda, Avrupa ve Asya topraklarında yukarıda söz ettiğimiz gelişmeler yaşanırken, 1492'de keşfedilen Amerika'da yeni bir devlet kurulmuş ve güçlenmeye başlamıştı. İnsan hakları ve modern demokrasi anlayışıyla kurulan Amerika Birleşik Devletleri'nin, Yeni Dünya Düzeni'nin yeni nesil imparatorluğu olacağını o günlerde kimse bilemezdi. ABD, uzak coğrafyalarda olmasına rağmen, esasında kendisini pek de ilgilendirmeyen Birinci Dünya Savaşı'na, imparatorluklara "güle güle" demek ve yeni dünyada patronun kim olduğunu göstermek için girmişti. Kapitalizmin merkezi olan ABD, burjuvanın düşmanı ve proletaryanın koruyucusu olan Sovyet Rusya'ya, kurulduğu andan itibaren düşmanlık sergilemeye başlamıştı. Sovyet Rusya, kurulduğu ilk yıllarda aslında ABD için ciddi bir tehdit sayılmazdı. Ama ABD'nin yeni düzende yerini sağlamlaştırabilmesi için bir düşmana, yani ötekiye ihtiyacı vardı. Yüzyıllar boyunca dünyanın merkezi olan Avrupa, Birinci Dünya Savaşı sonrasında bu özelliğini kısmen yitirdi. Asya-Avrupa ekonomik hattının yeni imparatorluklar tarafından fethedilebilmesi için bu merkezîliğin tamamen ortadan kaldırılması şarttı. Adolf Hitler önderliğindeki Almanya, Yeni Dünya Düzeni'ni kabul etmeyip Avrupa'yı ikinci bir kaosa sürükleyerek ABD'ye bu şartı altın tepside sundu. Öyle ki ABD, kuruluşundan itibaren lanetlediği Sovyetler'le, sırf Avrasya hattını ele geçirebilmek için, İkinci Dünya Savaşı'nda aynı safta yer aldı; bununla da kalmayıp askeri ve ekonomik yardımda bile bulundu.


Avrupa'nın dünya siyaset sahnesindeki etkisini, kendi önderliğinde yeniden hâkim konuma getirmek isteyen Almanya, ABD'nin ve Sovyetler'in hışmına uğradı. Zira Hitler Almanya'sı Yeni Dünya Düzeni'nin getirdiği ortamda kudretli bir varlık gösteremeyeceğinin farkındaydı. Hitler'in, Kıta Avrupası'nda egemen olma çabaları ve Batı'ya karşı konumu bu durumun göstergesiydi. Esasında, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya ve Sovyet Rusya, yaptıkları anlaşmalarla tüm dünyaya bir birliktelik pozu veriyorlardı. Kuruluşundan beri ABD'nin hakaretlerine maruz kalan Sovyetler'in, bu anlamda Almanya ile yakınlaşması şaşırılacak bir politika değil. Ne var ki Rusya'nın, Almanya'nın fethetmek istediği Avrupa'nın bir parçası olması, iki tarafın karşı karşıya gelmesi için yeterli bir sebepti.


İkinci Dünya Savaşı bittiğinde ABD, "öküz öldü, ortaklık bitti" anlayışından hareketle, Sovyet Rusya'ya karşı tutumunda savaş öncesi duruma aniden geri döndü. Sovyet Rusya, müttefikler arasında en çok çaba gösteren ve en çok kayıp yaşayan ülke olmanın haklılığıyla, Almanya ve Doğu Avrupa üzerindeki savaş haklarını yani ganimetten payını istemekteydi. Ne var ki aslında Sovyetler'i başından beri düşman kabul eden ABD'nin, Avrasya hattını Sovyetler'e bırakmayacağı belliydi. Almanya'nın yenilmesiyle Avrupa'da ciddi bir güç boşluğu meydana geldi. ABD ve Sovyet Rusya'nın Avrupa'daki bu güç boşluğunu doldurmak için verdiği mücadele, sonraki yıllarda tüm dünyaya yayılacak ve "Soğuk Savaş" adıyla andığımız dönem 20. yüzyılın dünyasını şekillendirecekti. Asırlarca dünyada merkez konumda olan Avrupa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu özelliğini tamamen yitirmiş, dizginler yeni dünyanın yeni nesil imparatorluğu olan ABD'nin eline geçmişti.


Dünya artık iki yeni nesil imparatorluğun savaş alanı haline gelmişti. Birleşik Devletler devasa finansal kaynakları ve muazzam askeri gücüyle elbette bir süper güçtü. Bu Yeni Dünya Düzeni'nde Sovyet Rusya'yı imparatorluk vasfına eriştiren kaynak ise birçok ulusu ve etnik unsuru kendisine bağlayan komünizm ideolojisiydi. Komünizm, ABD'nin başarılı propagandaları sayesinde, hem ABD'de hem de Avrupa'da insanların korktuğu ve iğrendiği bir akım haline geldi. Öyle ki bu insanlar güvenlikleri için özgürlüklerinden vazgeçmeye hazırdı. NATO'nun kurulması, ABD'nin dünya imparatorluğunu kurumsal olarak tescil etti. Fakat olay sadece bundan ibaret değildi. Moskova da imparatorluğunu büyütmek ve genişletmek için gerek istihbarat servisleriyle gerekse diğer ülkelerdeki komünist partileriyle fetih çalışmalarını hızlandırmıştı. Söz konusu süreçte ABD malum propagandalarına devam ederken aynı zamanda gizli bir örgüt kurdu. Bu örgüt CIA merkezli olup NATO'nun arka bahçesi olarak çalışmalarını yürütüyordu. Komünistlerin gerillalarına karşı mücadele eden bu yapılanma stay-behind (geride kalanlar/arka hatta duranlar) adıyla biliniyordu. Her ülkede ayrı yapılanan, yapılandığı ülkenin tarihsel ve kültürel değerleriyle kamufle olan ve yapılandığı ülkelerde yönetimi değiştirmek ve ele geçirmek derecesinde güçlenen bu oluşum, bugünlerde daha çok İtalya'daki stay-behind örgütünün adıyla tanınıyor. Latince'de "kılıç" anlamına gelen Gladio isminin İtalya'daki stay-behind örgütünün adı olması, yukarıda bahsettiğimiz özelliklerin bir ispatı niteliğinde. Zira gladyatörlerin Roma tarihinde önemli bir yeri var. Rusya, komünizm ve komünist partileriyle ülkelerdeki yönetimleri ele geçirerek imparatorluğuna dâhil ederken; ABD, Gladio örgütüyle yuvalandığı ülkelerde komünist karşıtı faşist (aşırı milliyetçi) klikler yaratıyor, bu klikleri silahlandırıyor, ordu içinde emir-komuta zinciri dışında özel birlikler oluşturuyor ve bu oluşumları komünist tehlikeye karşı mücadele bahanesiyle yönetimi ele geçirme amacıyla kullanıyordu. Yeni Dünya Düzeni'nin yarattığı yeni nesil imparatorlukların, dünyayı yönetmede kullandıkları yöntemler eski usullerin yeniden tasarlanmış halleriydi. Bu yöntemlerden birisi olan devşirme yöntemi, SSCB imparatorluğu tarafından komünist ideoloji çerçevesinde açık ve direkt olarak kullanılıyordu. Komünist ideolojiyi benimsemiş/benimsettirilmiş olan uluslar, bağımsızlıklarından koparılıp komünist Rus imparatorluğuna bağlanıyordu. ABD'nin yöntemi ise kapalı, gizli ve karmaşık bir yapıya sahipti. Kendi imparatorluğuna dâhil etmek istediği ülkenin insanlarını, seçkinlerini ve yöneticilerini, o ülkenin değerlerince yetiştiriyor fakat sistematik olarak kendi hâkimiyeti altına alıyordu. İşin kötüsü, ilk örnekteki devşirme açık ve direkt olduğundan karşı koyabilme imkânı varken; ikinci örnekteki devşirmeye karşı koyabilmek oldukça zordu. Nitekim bir insan kendi değerlerine en yüksek seviyelerde bağlı olduğunu ve kendi değerlerine hizmet ettiğini düşünüyorken, başka, hem de düşman kabul ettiği değerlere ve oluşumlara hizmet ettiğini nasıl anlayabilir? Esasında ikinci devşirme usulünde, bireyin kendi öz değerleri, eski usulde olduğu gibi başka değerlerle değiştirilmiyordu. Bunun yerine kendi öz değerlerinin içi boşaltılıyor ve atıl hale getiriliyordu. Böylece sözde gür olan değerler, özde gür yani özgür/bağımsız olamıyordu. Komünist devşirmede ise her şey açık ve netti. Milliyetçiliği ve inancı reddeden bu usul, enternasyonal bir ideolojide bütünleşiyordu. Böylelikle İkinci Dünya Savaşı sonrası birçok ülke, iki yeni nesil imparatorluğun mücadelesi sebebiyle ya iki oluşumdan birinin eline geçiyor ya da ikiye bölünüyordu. Bugün beşten büyük olan dünya, Soğuk Savaş döneminde iki imparatorluğun elinde küçülüyordu. Nihayetinde "filler tepişiyor, olan çimenlere oluyordu".

Ahmet Emir ÖZDEMİR

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GİZEMLİ BİLGİLER IŞIĞINDA BİR HİKMET YOLCUSU: AHMED ÖZMERDİVENLİ

Büyük dayım Ahmed Özmerdivenli'nin aziz hatırasına... Kıymetli okurlar; bu yazıda ilmî yaşamına ve fevkalade ilginç çalışmalarına rağmen ismi yeterince bilinememiş ve tarihe hakkıyla kaydı düşülememiş bir bilim insanının hayatını ve çalışmalarını -eldeki kısıtlı verilerle mümkün olabildiği kadarıyla- okuyacaksınız. Kayseri’de başlayan ve oradan Suriye ve Mısır’a uzanıp Avrupa’nın gelişmiş ülkelerine kadar giden bu güzide hayat hikâyesi Ahmed Özmerdivenli’ye ait. Öyle ki yaptığı araştırmalar ve çalışmalarıyla kâh okyanusların meçhul derinliklerine inen kâh uzayın ebedî boşluğunda dolaşan bir insan! Ahmed Özmerdivenli (1937-1996) Ahmed Özmerdivenli Kimdir? Çalışmalarından bahsetmeden önce bu şahsiyetin kim olduğu üzerinde duralım. Ahmed Özmerdivenli 1937 yılında Kayseri’nin İncesu ilçesinin Sürtme köyünde dünyaya geldi. Köyün eğitmeni olan babası, Ahmed Özmerdivenli’yi ilkokulu okuması için merkeze gönderdi. Orada ilkokulu okuyan Özmerdivenli küçük yaşta Kur’an-ı Kerim öğrendi ve din...

HZ. NUH'UN TÜRKLERE MİRASI: "YADA TAŞI"

Sırlarla dolu tarihin, karanlıkta kalan kısımlarında aydınlık ümidi her daim efsane kapılarına dayanır. Bizi aydınlatan, ışığa olan inancımız mıdır yoksa ışığa dair bilgimiz mi? Ya da bilgisine sahip olduğumuz şeye inanmak mıdır bizi karanlıktan kurtaran, veyahut inandığımız şeyi bilmek mi? Öyle sanıyorum, arayışta olanlar için her ikisi de gerekli: İnanç ve bilgi. Türk tarihinin keşfedilmemiş yahut yarı keşfedilmiş birçok bilinmezi olduğu doğrudur. Ve tarih, geçmişin geleceğe atılan adımlarla yol aldığı bir süreçtir. Yapılan araştırmalarla her geçen gün yeni bilgilere ulaşıyoruz. Bazen de sahip olduğumuz bilgileri değiştirmek, güncellemek durumunda kalıyoruz. Tarihimizin efsanevi meselelerinden birisi de Yada Taşı ’dır. Oldukça ilginç bir konu olan Yada Taşı, her ne kadar bazı kaynaklarla desteklense de menkıbevi niteliğini korumaktadır. Yada Taşı en dar anlamıyla, Türk mitolojisinde yağmur yağdırma gibi sihirli özellikleri haiz bir taştır. Şamanlık literatüründe de geniş yer bulan ...

YENİ DÜNYA DÜZENİ VE KÜRESEL-DİJİTAL DÜNYA İMPARATORLUĞU (Ch(in)a, USA out)

Sovyetler'in 1991'de yıkılmasıyla, 1789'da başlatılan ve I. Dünya Savaşı'yla olgunlaştırılan Yeni Dünya Düzeni de bitti. 20. yüzyılın iki kutuplu sistemi yani iki yeni nesil imparatorluğun (ABD-SSCB) Soğuk Savaşı da bitmiş oldu. Bir diğer mesele SSCB'nin yıkılmasıyla gözden düşen komünizmin yerine ne geleceği idi. Çin her ne kadar komünizmi Ruslar'dan devralmış olsa da dünya kamuoyunu yeni düzen getirilene kadar oyalayacak ve ABD'ye düşman profili oluşturacak bir proje gerekliydi. Bu proje terörizm idi. Soğuk Savaş'ın komünist gerillalarının yerini teröristler alacaktı. İşte bu yüzden Sovyetler'in yıkılmasıyla lağvedilmesi gereken NATO ve Gladio (Stay-behind) oluşumları varlıklarını devam ettirdi. Terörizm özellikle Orta Doğu bölgesinde ve İslam coğrafyalarında çıkartılacaktı. Bu projenin yürürlüğe giriş tarihi 11 Eylül 2001 saldırılarıdır. Bu sebepledir ki baba Bush 1991'de yeni bir dünya düzeni  kuracaklarını söylerken, oğul Bush da 2001'd...